20 Mayıs 2012 Pazar

DERVİŞ ZAİM SİNEMASI




1996 yılına gelindiğinde Türkiye’de ilk defa sıfır bütçe ile (sadece ham filmin parası ödenmiştir) bir film çekiliyor ve film çok büyük başarı kazanıyordu. Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata’sı, Türk sinemasında yeni bir yönetmeni ve yeni bir tarzı haber veriyordu. “İstanbul’da, Boğaz çevresinde düşmüş insan portreleri yakalayan ve en önemli silahı samimiyet olan bu film Zaim’in kısa sürede sevilmesine ve ona dair umutlar beslenilmesine yol açtı,” (Vardan, 2003: 752).

1964 yılında Kıbrıs’ta doğan Zaim, 1988 yılında Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümü’nü bitirdi. Ardından 1993–1994 yılları arasında İngiltere’de Warwick Üniversitesi’nde kültürel çalışmalar üzerine yüksek lisans yaptı. 1991 yılında “Kamerayı As” adlı bir deneysel video film çekerek sinema çalışmalarına başlayan Zaim, televizyonda bazı programlarda yönetmen ve yapımcı olarak çalıştı. 1992 yılında o yılın Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan “Ares Harikalar Diyarında” isimli romanı yayımlandı. 1996 yılında çektiği ilk uzun filmi Tabutta Rövaşata’nın senaryosunu da yazan Zaim bu film ile aralarında Antalya Altın Portakal Film Festivali “En İyi Film”, “En İyi Senaryo”, “En İyi Kurgu” ve “En İyi Oyuncu” ve Uluslar arası İstanbul Film Festivali “Jüri Özel Ödülü”nün de olduğu pek çok ödül kazandı.

İlk filmi “Tabutta Rövaşata” da hapishanelerin bile artık almak istemedikleri evsiz Masun’un hikâyesi üzerinden İstanbul’un alt kültürüne, sokaklarına, aidiyet sorunlarına ve agorofobia’ya parmak basar. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan filmde soğuk gecelerde ısınmak için araba çalan ve sabaha kadar gezdikten sonra arabaları yerine bırakan Mahsun’un hikâyesi anlatılır. Araba çaldığı için sürekli karakola götürülüp dayak yiyen Mahsun’un hayatı, eroinman bir kıza âşık olunca iyice karmaşık bir hal alır (Suner, 2002 (b)).

İkinci filmi “Filler ve Çimen” de “Filler oynaşırken olan çimenlere olur” deyişinden yola çıkan Zaim, çok iyi bir oyuncu kadrosuyla yakın dönem Türkiye tarihine ve devlet-mafya ilişkisine ışık tutmaktadır.

Üçüncü filmi “Çamur” da ise, bireylerin hikâyesini anlatıyormuş gibi görünürken, aslında Kıbrıs sorununa parmak basmaktadır. Çamur’u “bir yeniden doğuş filmi” (Altyazı Dergisi, 2003) olarak tanımlayan Zaim, garip bir nedenden ötürü konuşamama hastalığına tutulan karakterinin gizemli bir çamurdan medet umması üzerinden Kıbrıs sorununa bakmaktadır. Zaim film için şöyle söylemektedir:

“Çamur” filminin ortaya çıkmasında etkili olan kaynaklar nelerdi? Kıbrıs’ı bilen bir insan olarak adayla ilgili bir film yapmayı uzun zamandan beri düşlüyordum. Problemin Kıbrıs’ta yaşayanlar için bilinçli ya da bilinçsiz sosyal bir travma oluşturduğunu düşünüyorum. Filmde geçen hastalık motiflerini mevcudiyetini düşündüğüm bu ‘travma’ nedeniyle seçmiş olma ihtimalim var. Bütün karakterlerin iyileşmek ve sağlıkla ilgili takıntıları var filmde. Ali konuşmayı başarmak ister, Temel kafasındakileri dışarıya boşaltmak ister, Ayşe genetik kodunu devam ettirmek ve çocuk sahibi olmak ister. Hastalığı bir metafor olarak seçerek bireyle toplum, bireyle tarih, bireyle mitler hususunda düşüncelerimi tartışmak istediğimi söylersem hata yapmamış olacağımı düşünüyorum (http://www.sinema.com)

2006 yapımı son filmi “Cenneti Beklerken” de ise yönetmen yeni bir sinema dilinin arayışı içine girmiştir. Zaim, Cenneti Beklerken’de minyatür sanatının temel meselelerine uygun bir sinema dili yaratmaya çalışmıştır (Zaim, 2006). Minyatür sanatının gerçeklikle onun suretleri arasındaki ilişkiyi sorgulayan, mekânın ve zamanın esnekliğine dayanan yapısı “Cenneti Beklerken”e de sirayet etmektedir. Filmin kurgusu ve kadrajları minyatür sanatçılarının zaman ve mekânla kurdukları ilişki gibi, katı olmayan, kaygan ve değişken bir nitelik taşımaktadır. Filmin öyküsü, 17. yüzyıl İstanbul'unda yaşayan minyatür ustası Eflatun'a dayanmaktadır. Bir gün bir Osmanlı konağına götürülen Eflatun, Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Danyal adında bir şehzadenin uzak bir eyalette yakalandığını ve idam edileceğini öğrenir. İdam edilecek şehzadenin kimliğinden emin olabilmek için Eflatun'dan isyancının Batılı tarzda bir portresini yapması talep edilir. Eflatun, yanına verilen bir grup seçme adamla birlikte İstanbul'dan Anadolu'ya zorlu bir yolculuğa çıkar. Yolda karşılaşıp yanına aldığı Leyla ile birlikte yolculuğuna devam eden Eflatun, kendisini büyük bir maceranın içinde bulur, (http://www.sinema.com).

Bütün filmleri ışığında Zaim’in sinemasına bakacak olursak, ilk olarak sinemasının “mekân” öncelikli bir sinema olduğunu söyleyebiliriz. Derviş Zaim filmlerinde mekânı büyük bir başarı ile kullanır. Daha da önemlisi, Zaim filmlerinde baskın olan iç mekânlardan çok dış mekânlardır. Tabutta Rövaşata neredeyse tamamı dışarıda geçen, İstanbul’u mekân olarak kullanan bir filmdir. Filler ve Çimen’de de aynı şekilde dış mekân çekimlerine büyük yer verildiğini görürüz. Çamur filmi ile birlikte mekân olarak İstanbul dışındaki yerleri kullanmaya başlayan Zaim, hem Çamur’da, hem de Cenneti Beklerken’de Anadolu’nun açık alanlarını sıklıkla filmlerine mekân olarak kullanır.

Dış mekân olgusunun yanı sıra, Zaim sinemasının görsellik ve renk öncelikli bir sinema olduğunu da söylemek mümkündür. Kullandığı mekânların görsel derinliğini ve gücünü, aynı zamanda renklerini büyük bir başarı ile yansıtır. Hatta kimi zaman, görselliğin etkisi filmin bile önüne geçer. Renklerin uyumlu ve etkileyici olması için uygun filtreler kullanmaya özen gösteren Zaim, bu tavrını bütün filmlerinde sürdürür.

Filmlerindeki müzik kullanımına gelindiğinde ise, Zaim’in bu konuya da özel bir önem verdiğini görmekteyiz. Bab-ı Esrar’ın müziklerini yaptığı ilk filmi Tabutta Rövaşata’dan itibaren müziği olay örgüsünün içine yerleştirmeye büyük özen gösteren yönetmen, her filminde müziği de hikâyeye dâhil etmeyi başarmıştır. Bu nedenle, filmlerinden sahneler akla geldiğinde, o sahnelerdeki müzik de akla gelebilmektedir ve bu da etkili müzik kullanımını göstermektedir.

Zaim’in filmlerinin çıkış noktalarının kısa ve öz hikâyeler olduğunu söylememiz mümkündür. Bu kısa ve öz hikâyeleri geliştirerek, film içinde büyük birer hikâyeye dönüştürür. Zaim’in filmlerinde dikkat çekeceğimiz bir başka nokta kendisinin farklı kültürlerle ve Osmanlı İslam sanatı ile ilişkisidir. Tabutta Rövaşata’da İran’dan getirilen tavus kuşlarını filmde bu sanata gönderme olarak kullanan Zaim, Filler ve Çimen’de de ebru sanatına yer verir. Cenneti Beklerken ise, bu ilginin doruğa çıktığı noktadır ve film tamamen minyatür sanatı üzerine kurulmuştur. Zaim bu ilgisinin bundan sonraki filmlerinde de devam edeceğinin işaretlerini vermektedir.