1996
yılına gelindiğinde Türkiye’de ilk defa sıfır bütçe ile (sadece ham filmin
parası ödenmiştir) bir film çekiliyor ve film çok büyük başarı kazanıyordu. Derviş
Zaim’in Tabutta Rövaşata’sı, Türk sinemasında yeni bir yönetmeni ve yeni bir
tarzı haber veriyordu. “İstanbul’da, Boğaz çevresinde düşmüş insan portreleri
yakalayan ve en önemli silahı samimiyet olan bu film Zaim’in kısa sürede
sevilmesine ve ona dair umutlar beslenilmesine yol açtı,” (Vardan, 2003: 752).
1964
yılında Kıbrıs’ta doğan Zaim, 1988 yılında Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümü’nü bitirdi. Ardından 1993–1994 yılları
arasında İngiltere’de Warwick Üniversitesi’nde kültürel çalışmalar üzerine yüksek
lisans yaptı. 1991 yılında “Kamerayı As” adlı bir deneysel video film çekerek
sinema çalışmalarına başlayan Zaim, televizyonda bazı programlarda yönetmen ve
yapımcı olarak çalıştı. 1992 yılında o yılın Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan
“Ares Harikalar Diyarında” isimli romanı yayımlandı. 1996 yılında çektiği ilk
uzun filmi Tabutta Rövaşata’nın senaryosunu da yazan Zaim bu film ile
aralarında Antalya Altın Portakal Film Festivali “En İyi Film”, “En İyi
Senaryo”, “En İyi Kurgu” ve “En İyi Oyuncu” ve Uluslar arası İstanbul Film
Festivali “Jüri Özel Ödülü”nün de olduğu pek çok ödül kazandı.
İlk
filmi “Tabutta Rövaşata” da hapishanelerin bile artık almak istemedikleri evsiz
Masun’un hikâyesi üzerinden İstanbul’un alt kültürüne, sokaklarına, aidiyet
sorunlarına ve agorofobia’ya parmak basar. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan
filmde soğuk gecelerde ısınmak için araba çalan ve sabaha kadar gezdikten sonra
arabaları yerine bırakan Mahsun’un hikâyesi anlatılır. Araba çaldığı için
sürekli karakola götürülüp dayak yiyen Mahsun’un hayatı, eroinman bir kıza âşık
olunca iyice karmaşık bir hal alır (Suner, 2002 (b)).
İkinci
filmi “Filler ve Çimen” de “Filler oynaşırken olan çimenlere olur” deyişinden
yola çıkan Zaim, çok iyi bir oyuncu kadrosuyla yakın dönem Türkiye tarihine ve
devlet-mafya ilişkisine ışık tutmaktadır.
Üçüncü
filmi “Çamur” da ise, bireylerin hikâyesini anlatıyormuş gibi görünürken, aslında
Kıbrıs sorununa parmak basmaktadır. Çamur’u “bir yeniden doğuş filmi” (Altyazı
Dergisi, 2003) olarak tanımlayan Zaim, garip bir nedenden ötürü konuşamama
hastalığına tutulan karakterinin gizemli bir çamurdan medet umması üzerinden
Kıbrıs sorununa bakmaktadır. Zaim film için şöyle söylemektedir:
“Çamur” filminin ortaya çıkmasında etkili olan kaynaklar
nelerdi? Kıbrıs’ı bilen bir insan olarak adayla ilgili bir film yapmayı uzun
zamandan beri düşlüyordum. Problemin Kıbrıs’ta yaşayanlar için bilinçli ya da
bilinçsiz sosyal bir travma oluşturduğunu düşünüyorum. Filmde geçen hastalık motiflerini
mevcudiyetini düşündüğüm bu ‘travma’ nedeniyle seçmiş olma ihtimalim var. Bütün
karakterlerin iyileşmek ve sağlıkla ilgili takıntıları var filmde. Ali
konuşmayı başarmak ister, Temel kafasındakileri dışarıya boşaltmak ister, Ayşe
genetik kodunu devam ettirmek ve çocuk sahibi olmak ister. Hastalığı bir
metafor olarak seçerek bireyle toplum, bireyle tarih, bireyle mitler hususunda
düşüncelerimi tartışmak istediğimi söylersem hata yapmamış olacağımı
düşünüyorum (http://www.sinema.com)
2006
yapımı son filmi “Cenneti Beklerken” de ise yönetmen yeni bir sinema dilinin
arayışı içine girmiştir. Zaim, Cenneti Beklerken’de minyatür sanatının temel
meselelerine uygun bir sinema dili yaratmaya çalışmıştır (Zaim, 2006). Minyatür
sanatının gerçeklikle onun suretleri arasındaki ilişkiyi sorgulayan, mekânın ve
zamanın esnekliğine dayanan yapısı “Cenneti Beklerken”e de sirayet etmektedir.
Filmin kurgusu ve kadrajları minyatür sanatçılarının zaman ve mekânla
kurdukları ilişki gibi, katı olmayan, kaygan ve değişken bir nitelik
taşımaktadır. Filmin öyküsü, 17. yüzyıl İstanbul'unda yaşayan minyatür ustası
Eflatun'a dayanmaktadır. Bir gün bir Osmanlı konağına götürülen Eflatun,
Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Danyal adında bir şehzadenin uzak bir
eyalette yakalandığını ve idam edileceğini öğrenir. İdam edilecek şehzadenin
kimliğinden emin olabilmek için Eflatun'dan isyancının Batılı tarzda bir
portresini yapması talep edilir. Eflatun, yanına verilen bir grup seçme adamla
birlikte İstanbul'dan Anadolu'ya zorlu bir yolculuğa çıkar. Yolda karşılaşıp
yanına aldığı Leyla ile birlikte yolculuğuna devam eden Eflatun, kendisini
büyük bir maceranın içinde bulur, (http://www.sinema.com).
Bütün
filmleri ışığında Zaim’in sinemasına bakacak olursak, ilk olarak sinemasının
“mekân” öncelikli bir sinema olduğunu söyleyebiliriz. Derviş Zaim filmlerinde
mekânı büyük bir başarı ile kullanır. Daha da önemlisi, Zaim filmlerinde baskın
olan iç mekânlardan çok dış mekânlardır. Tabutta Rövaşata neredeyse tamamı
dışarıda geçen, İstanbul’u mekân olarak kullanan bir filmdir. Filler ve
Çimen’de de aynı şekilde dış mekân çekimlerine büyük yer verildiğini görürüz.
Çamur filmi ile birlikte mekân olarak İstanbul dışındaki yerleri kullanmaya
başlayan Zaim, hem Çamur’da, hem de Cenneti Beklerken’de Anadolu’nun açık
alanlarını sıklıkla filmlerine mekân olarak kullanır.
Dış
mekân olgusunun yanı sıra, Zaim sinemasının görsellik ve renk öncelikli bir
sinema olduğunu da söylemek mümkündür. Kullandığı mekânların görsel derinliğini
ve gücünü, aynı zamanda renklerini büyük bir başarı ile yansıtır. Hatta kimi
zaman, görselliğin etkisi filmin bile önüne geçer. Renklerin uyumlu ve
etkileyici olması için uygun filtreler kullanmaya özen gösteren Zaim, bu
tavrını bütün filmlerinde sürdürür.
Filmlerindeki
müzik kullanımına gelindiğinde ise, Zaim’in bu konuya da özel bir önem
verdiğini görmekteyiz. Bab-ı Esrar’ın müziklerini yaptığı ilk filmi Tabutta
Rövaşata’dan itibaren müziği olay örgüsünün içine yerleştirmeye büyük özen
gösteren yönetmen, her filminde müziği de hikâyeye dâhil etmeyi başarmıştır. Bu
nedenle, filmlerinden sahneler akla geldiğinde, o sahnelerdeki müzik de akla
gelebilmektedir ve bu da etkili müzik kullanımını göstermektedir.
Zaim’in
filmlerinin çıkış noktalarının kısa ve öz hikâyeler olduğunu söylememiz
mümkündür. Bu kısa ve öz hikâyeleri geliştirerek, film içinde büyük birer
hikâyeye dönüştürür. Zaim’in filmlerinde dikkat çekeceğimiz bir başka nokta
kendisinin farklı kültürlerle ve Osmanlı İslam sanatı ile ilişkisidir. Tabutta
Rövaşata’da İran’dan getirilen tavus kuşlarını filmde bu sanata gönderme olarak
kullanan Zaim, Filler ve Çimen’de de ebru sanatına yer verir. Cenneti Beklerken
ise, bu ilginin doruğa çıktığı noktadır ve film tamamen minyatür sanatı üzerine
kurulmuştur. Zaim bu ilgisinin bundan sonraki filmlerinde de devam edeceğinin
işaretlerini vermektedir.